Bir Garip Hal

Ne yapalım şimdi? Rüzgara karşı koyamıyoruz madem kapılıp gidelim mi başka yönlere? Lakin kopamıyoruz toprağımızdan. Aynı yerde, ayrılmadan, birbirimize çarpıp duruyoruz. Bir şeyler almadan gitmeyecek bu rüzgar belli. Madem öyle dökelim her şeyi. Bizden olduğunu sandığımız duyguları kopartıp verelim ona. Aşk nefes aldın. Rüzgar Melteme dönsün.

Çağla Özkan

Soğan Kardeşliği

 Eskidi bu tahta kaşık. Bakteri üretiyor diyorlar. Değiştirmek lazım. Onunla birlikte şu kupaları da değiştireyim, artık çamaşır suyu da fayda etmiyor sararmış yerlerini açmaya. Sahi kaç yıl oldu onları alalı? Ne bileyim ben? Hiçbir şey bilmeyeceğim artık karar verdim. En kötü karardan bile betermiş kararsızlık. Öyle diyor şarkı da. Aferin o zaman bana. En azından sadece yemek yapmıyorum ya da bulaşık yıkamıyorum, karar da veriyorum. Üstelik bunu yaparken düşünüyorum. Öyleyse varım. Varım tabi ya. Yüz seksen metrekarelik evin her köşesinde ben varım. Camlarında, yerlerinde, tezgâhında, çamaşırında… Çamaşırlarda epey birikti, yemek bitince onları halledeyim. Kitaplığın tozunu da almadım daha. İyi de benim kitaplığım yok ki. Salona uymaz dediler diye kaldırdık kitaplığı. Bazanın altında duruyor hepsi. Abuk sabuk bir orta sehpayı vintage diye aldığımız ama aslında retro olan koltuk takımına uydurduk ama benim kitaplığım uymadı. Öyle dediler çünkü. Bilge kişiler! El âlem ne der kurulunun as başkanları. Aspiratördeki buharı siliyorum. Siyah camdan bile görebiliyorum gözlerimin kenarlarındaki çizgileri. Yan duvara asılı çatal bıçak desenli duvar saatine kayıyor gözüm. Mutfakta saatin olması çok lüzumsuz.  Televizyondaki yarışma programında olduğu gibi süre dolduğunda ellerimi kaldırıp jüri üyelerinin yemeğimi yorumlamasını bekleyeceğim sanki. Son elenen çocuk iyiydi yalnız. Hakkını yediler. Zaman süslü objelerin içinde olunca daha yavaş geçmiyor. Akrep ve yelkovanın kırbaç gibi inen sesine tıkasam da kulaklarımı, zaman kendini siyah bir camda bile gösteriyor işte. Hayat hızlı çekim moduna alınmış gibi akıp gidiyor. Biri deklanşöre bassın lütfen. Ben ancak cam açabiliyorum çünkü. Komşumla göz göze geliyorum. Yaşlı gözlerime bakıyor ve ben suçüstü yakalanmış gibi kaldırıyorum ellerimi. Soğandan, diyorum. Biraz dikkat kesilince onun da gözlerinin yaşlı olduğunu fark ediyorum.” Ben sormadan o söylüyor. “Evet, soğandan.” Histerik kahkahalarım havaya karışırken sesimi yolluyorum arkalarından. “Yaşasın soğan kardeşliği.” O da katılıyor bana, “Yaşasın!” Bir bakıyorum diğer evlerin camları sırasıyla açılıyor.  Kimisi doğramakta olduğu soğanı kaldırıyor havaya, kimi tahta kaşığını, kimi önlüğünü çıkartıp üzerinden bayrak gibi dikiyor havaya ve hepsinin ağzında aynı slogan. 

“Yaşasın soğan kardeşliği.” 

Bir şenlik havası oluşuyor sokakta. Birinci soğan kardeşliği şenliğine hepimiz hoş geliyoruz. Kapı çalıyor. Şenliğimizin simgelerinden olan yaşlarımı siliyorum ve camı kapatıyorum.

Çağla Özkan

Gümüş Tepsi

“Gümüş tepside sunmuyor hayat istediklerimizi.”

Böyle söylüyor kuzenim gümüş tepside uzatırken kahve fincanlarını. Gözlerimi devirip, “ironi mi yapıyorsun?” diye soruyorum. Kuzenimin müstakbel eş adayının babaannesinin sesi yükseliyor o esnada.

“İroni ne güzel kızım? Nasıl yapılıyor o?”

“Çok basit teyzeciğim ben bir ara veririm size tarifini.”

Kuzenim kafasını eğip gülümserken karşımızda duran annelerimiz sıktıkları dişleri ve delici gözleriyle bize bakıyorlar. Önden annelerin tanıştığı bir toplantıda lakayt hareketlerimizin elbet bir bedeli olacağını okuduğumuz gözlerinden bakışlarımızı ayırıp birbirimize bakıyoruz. Oluşan sessizliği dâhiyane bir tespit ile bölüyor az önceki teyze.

“Kız çocuk oldu.”

Kahve fincanı inceden sallanıyor elimde. Teyzenin sözleri güm güm vuruyor beynime.

“Niye öyle dediniz?”

“Ne dedim?”

“Kız çocuk oldu dediniz.”

“Öyle derler.”

“Kimler?”
“Eskiler… Hani üzüntü babında, aman canım neyse…”

“Siz niye dediniz peki?”

“Aaa ne bu böyle? Ayıp, ayıp.”

“Bence de çok ayıp. Çok merak ediyorum.”

“Neyi?”

“O kız senin hakkını savunurken, seni iyileştirirken, eğitirken yüzüne nasıl baktığınızı merak ediyorum.”
Kuzenim boğazını temizler gibi yaparak öne doğru eğiliyor ve ekliyor.

“Bir de doğduğunda hiç konuşamayacak kadar üzüldüğünüz birini neden istemeye geldiğinizi. Bakın, burada da ironi yaptım.”

Kuzenim yanımdan kalkıp kahve fincanlarını gümüş tepsinin içine yerleştirirken, pembeleşmiş yüzlere gülümseyerek, “afiyet olsun,” diyor.

Çağla Özkan

Son Dilek

Fotoğraf: Kübra Hanedan

Güneşliydi hava. Benimle alay edercesine gerine gerine saçıyordu güneş ışıklarını yeryüzüne.  En azından biraz olsun bulutların arkasına girmesini beklerdim. O ise aksine etrafında dönen Dünya’yı her geçen saat daha çok parlatıyordu. Sümbül sokak, Doğan apartmanı dördüncü dairesinde yaşayan ben tir tir titrerken, başka zamanlarda gelmek bilmeyen bahar o gün teşrif ediyordu şehre. Bir çocuk elinde elma şekeri ile koşturuyordu. Attığı gülücükleri martılar kapıyor ve dönüyorlardı denizin üzerinde. Martı Jonathan’ı düşündüm. Beni onunla tanıştıran elleri aradı ellerim. Bir evin balkonunda, saksıların içine dikilmiş rüzgar güllerini gördüm.  Ben baktıkça rüzgar daha bir şevkle vuruyor ve renklerini şehre saçarcasına dönüyordu rüzgar gülleri. Bahçemizde olanı düşündüm. Onun önünde fotoğrafımı çeken gözleri aradı gözlerim. Ve her arayış bir daha bulamayacağımı hatırlattı bana.  Hayattaki son dilek hakkını kullanır gibi dolu dolu hoşça kal diyen sesi çınladı kulaklarımda. O an tekrar baktım dışarıya. Dünya onun dileğini yerine getiriyordu sanki.

Çağla Özkan

Annemin Fotoğrafı

Telefon çaldı. Ben ayakkabıları almak için kapı eşiğinin üzerindeydim. Babam yüzündeki acıya eşlik eden bir inlemeyle ismi olmayan numaraya baktı. Bir ikinci kez daha bakmadan kaydırdı parmağını ekranda. İsmi olmayan numaranın sahibi babamın adının arkasına maalesef diye ekledi ve o devamını getirmeden babam portmantonun oturma kısmına çöküp, bitti mi, diye sordu. Onun oturmasıyla birlikte ayağının altındaki ahşap kapı hafif açıldı ve annemin siyah deri ayakkabısını göründü. İsmi olmayan numaranın sahibi telefonu kapattı ama babam hala kulağında tutuyordu. Telefonun sesi sonsuzluğa doğru uzadı. İlk orada uğurladı babam annemi. Ben elimde annemin gülüşü çerçeveden sarkmış fotoğrafı ile bir mucize olmasını bekliyordum. Ölümü kabullenmek gerçekliğine razı olmak kadar kolay değildi. Kapının eşiğinden odama hangi ara geldim, fotoğrafını hangi ara elime aldım bilmiyorum. Annemin gerçekleşmiş olan gidişini durdurmak ister gibi sıkıyordum çerçeveyi. Fotoğraf elimde henüz akmamış yaşlarımla babama baktım. Babam akmakta olan yaşlarıyla kalkıp yerinden, bana sarıldı. Annemin fotoğrafı hıçkırıkla atan iki kalbin arasında kaldı. İkimiz orada öylece dururken etrafımız insanlarla çevrildi. Bizi bir yerden bir yerlere götürdüler. Su içirdiler, ellerimizi ve saçlarımızı okşayıp biz buradayız dediler. Onlarca kişi bir annem etmedi. Zaman geçti, insanlar azaldı, biz babamla portmantonun önünde öylece kaldık. Ölümün soğukluğu pencerenin bir yerinden girip ötekinden çıkarken, güneş doğmaya devam etti. Güneşin işi buydu doğmak ve aydınlatmak. Tıpkı boyutunu büyütüp duvara astığımız annemin fotoğrafını aydınlattığı gibi. Acı kalbimize sığmamış birazını da duvara asmıştık sanki ve güneş acımızı parlatıyordu. Mutlu zamanları anlatsın diye çektiğim bir fotoğraftı hâlbuki. Annem ise bilirmiş gibi gideceğini, bugünlere selam yollar nitelikte gülümsemiş objektifime. Zihnim fırsatını bulduğu her an portmantonun önüne döndürüyordu beni. Zaman geçtikçe azalır sandım. Zaman geçti, acı kaldı. Başka başka fotoğraflar sığdırdım eve. Profesyonel kameramla çektiğim binlerce fotoğraf. Hiçbiri o fotoğrafın yerini alamadı. Sonunda kaldırdım onu duvardan.
Telefon çaldı. Babam ayakkabılarını almak için kapı eşiğinin üzerinde duruyordu. Ben yüzümdeki küçük tebessüme eşlik eden ince bir ses ile isme baktım. Bir ikinci kez daha bakmadan kaydırdım tuşu. Arayan ismin sahibi adımı söyledikten sonra, serginize sponsor olmaya karar verdik dedi ve ekledi. İsmi, “Kalbimdeki Arzu,” değil mi? Ben portmantonun oturma yerine ilişirken, Evet, dedim. Kalbimdeki Arzu. Babam elinde annemin fotoğrafı ile önümde eğildi. Saçımı öptü ve sarıldık. Annemin fotoğrafı bir bebeğin gülümseyişi gibi atan iki kalbin arasında kaldı.

Çağla Özkan

Avuçlarımda Duran Zaman

Fotoğraf: Tuba Kaba

Fotoğraftaki yüzünü  yaklaştırıyorum  gözlerime. Yanımda olup kollarımı boynuna dolamadığım her ana iri birer keşke olup düşüyor gözyaşlarım. Tüm güzel günler o zamanlarda kaldı, şimdi sadece gün dolduruyoruz. Öylesine yapıyoruz birçok şeyi. Çoğu zaman yaptı densin diye hatta. Şu çirkin mermerler bile kanıtıdır özensiz yaşantımın. Niye o koyu taşlar var balkonumda, bilmiyorum. Senden sonra hiçbir şeyin güzel olmayacağını mı göstermek istedim yoksa kalbimdeki matemi mi? Bilmiyorum. Cevapsız sorularla bezeli ömrümü olmayacak hayaller kurarak iyice içinden çıkmaz bir hale getiriyorum. Fotoğrafına bakıyorum yeniden ve baktıkça iyiliğe olan inancımı tazeliyorum. Çünkü gülüşün bu zamandan değil. Avuçlarımın arasında hem gerçek hem hayal olarak tutuyorum zamanı.  Bulutlar mesela, bulutları birbirinden farklı şekillere benzettiğimiz zamanları tutuyorum. İzlediğim çizgi film karakterinin yaptığı gibi bir buluttan diğerine konabileceğime inandığım zamanları, sevdikleri gitmesin diye omuzlarını kaldırarak ağladığı yetmezse ayaklarını yere vurup sonunda yanında kalmalarını sağladığım ya da gittikleri yerden döndükleri, bir elma şekeri ile çözülen problemlerin, avuçlarımıza topladığımız çakıl taşlarıyla kurduğumuz oyunların,  ne kadar çok olursa o kadar uzun süreceğine inandığımız oyunları, zamanlarını tutuyorum.

Çakıl taşlarımız daha tükenmeden bitti oyunumuz ve zaman iki elimin arasında öylece kaldı. Gerçekten yaşadığım zamanların hayalini kuruyorum.

Çağla Özkan

Gittikçe Düşüyorum

Ellerini parmaklarımı arasından ayırırken, kan yavaşça çekiliyor vücudumdan. Parmak uçlarımdan yukarıya doğru çıkan soğukluğu hissediyorum. Donuyorum. Yanımdaki İki kişi ellerini yelpaze yapmış sallarken, garsonlar terlemiş boyunlarındaki kravatları sağa sola çekiştirirken ve art arda açılırken camlar, ben donuyorum.  Yalnızlığın tesirinin bu kadar çabuk olmasını istemezdim. Gariptir ki bilmediğim bir yerde değil orası ama insan bir kere çıkınca oradan, bir kere tanıyınca çoğul olmayı, yalnızlığa dönmek çarpıyor insanı. Dalından kopmaya hazırlanan bir yaprak misali sandalyenin ucuna iliştirdiği bedenine ve hızla salladığı ayağına bakıyorum. Varmak istediği yere çoktan gitmiş olan ruhuna yetişmek istiyor. Hoşça kal deyip kalkacak birazdan ve ben hiç hoş olmayan bir şekilde kalacağım. Kalmanın hoşçası nasıl olur ki? Duymak istemiyorum. Sandalyemi hızla geriye itip ayağa kalkıyorum. Sandalyenin demir ayaklarının mermerde çıkardığı tiz seste kayboluyor ağır kelimelerim.  Harekete geçen bedenim durmasın diye attığım büyük adımlar elinin omzuma değmesiyle küçülüyor. Göz bebeklerinde denk gelince kendime, kırık duygularla dolu kalbim, daha ölmedim,der gibi atıyor. Ah kalbim, uzun bir yol var önümüzde, yorma kendini. Mavi bir fular uzatıyor, “bunu unuttun,” diyerek. Kalbimde sağlam kalan birkaç duygu da kırılıyor. Kalbim başıboş sallanıyor şimdi. Kelimelerimi kırık bir tebessümle dökülüyor.

“Sende kalsın.” 

“Sen çok seversin ama bunu.”

“Yalnızca sevmek yetseydi keşke.” 

Diğer tüm kelimelerim o keşkeye çarpıp yaralanıyor.Gözbebeklerinden ayrılıyorum. İçimde yaralı kelimeler ile kırık duygularımın üzerinde yürüyerek yaklaşıyorum kapıya.Görevli yüzünde hoş bir gülümseyişle açıyor bana kapıyı. “Yine bekleriz,” diyor. Eşiğin üzerinde durup son bir kez bakıyorum ona.  Öyle bir an ki, umudun bile bir umuda ihtiyacı var. Önüm yalnızlık arkam alışkanlık. Bana çevrilen gözleri birer nokta olup düşüyorlar önüme. Dalgalar kayalara çarpıyor. Kuşlar bağıra bağıra uçarken gökyüzünde, güneş bulutların arkasına saklanıyor. Evren bir aşkı daha uğurluyor. Dışarıya çıkıyorum. Düşüyorum. Rüzgar, kulaklarımda hüzünlü bir melodi gibi dolaşıyor. Yukarıda asılı kalmış cılız bir el duruyor. Boşluğa ilk adımı attığım anda belirdi orada hatta parmakları değdi saçlarıma ama tutamadı, tutunamadım. Düşüyorum. Kalmaktan çok daha iyidir diye geçiriyorum içimden.  Gözlerimi kapatıyorum. Kirpiklerimde biriken yaş taneleri savruluyorlar. Gidenin arkasından dökülen su gibi yolluyorum onları. Beni artık sevmiyor diye suçlayamam onu biliyorum. Eğer kalsaydı, kalbinde olamadığımın yanında fazlalık olmaktan başka bir şey olamayacağımı da biliyorum. Fakat bilmek gidişinin yükünü hafifletmiyor. İçimdeki çocuk omuzlarını kaldırarak gitmesin diye ağlıyor. Tıpkı yıllar önce tırmandığı ağacığın tepesinde ağladığı gibi. Pencerelere çekilmiş kalın perdelere baktıkça ağlıyor, ağladıkça sinirlenip elime topladığım taşları o pencerelere atıyordum. O zaman ki acının aynısı var yine kalbimde fakat bu sefer tırmanacağım bir ağacım yok ve taşların hepsi yüreğime oturmuş durumda.Onların ağırlığıyla hızlanıyor düşüşüm. Bir o anıya, bir bu mutsuzluğa çarpıyorum. Rüzgar devam ediyor melodisine. İçten içe eşlik ettiğimi fark edince gülümsüyorum. Düşerken gülebiliyorum. Bu gülüş, son dakikada açılan kanatlar gibi biraz olsun azaltır belki düşüşümün etkisini. Gözlerimi sakince kapatıyorum. Onun gözleri tam karşımda duruyor. Rüzgarın sesi kısılıyor, kısılıyor, kısılıyor. Sonun içine değiyor parmaklarım. Sonsuzluk, sakince kımıldıyor parmaklarımın altında. Gözlerimi açtığımda onu görüyorum. Köşeyi dönüyor adımları. Sırt çantasının kenarına bağladığı mavi fular ile gidiyor. O gittikçe ben düşüyorum. Saçlarım çarşaf gibi seriliyor sonsuzluğun üzerine. Kollarımı iki yana açıp onun akıntısına bırakıyorum kendimi. Sonsuzluk içine alırken beni, gökyüzünden mavi bir fular düşüyor.

Çağla Özkan

Harcanmış Cümleler

Fotoğraf: Kübra Hanedan

Tüm cümlelerim tükendi sonunda. En sonuncusunu bir saat önce çınar ağacının denize bakan dallarının altında, kopan bir dalı ile birlikte harcadım. Rüzgarlı bir günü seçtiler gitmek için. İçimdeki tüm pencereler açılınca kalbim cereyanda kaldı. Çok değil yarına kalmaz hastalanır.  Kafam desen çoktan üşüttü. Tüplü televizyona vurur gibi vuruyorum ona, kendine gelir belki diye, olmuyor. Olmayışına üzülüyorum bir de. Bir aç kapa yapsam kendime gelir miyim diye de düşünmüyor değilim.

  Daha sağlıklı şeyler düşünmeyi çok isterdim inanın. Fakat çok üşüdüm, her yerim uyuştu maalesef. Sizi niye inandırmak istiyorum, bilmiyorum. İnansanız ne değişecek sanki, kelimeler mi yağacak başımdan aşağıya? Evet, siz şanslı kişi, insanları kendinize inandırmayı başararak, bizden tam bin kelime kazandınız. Dilediğiniz gibi ifade edebilirsiniz artık kendinizi.”  Hayır, tabiki böyle şeyler olmayacak, o kadar da hayalperest değilim canım! Yani en azından, kimsenin hiçbir şeye doğru düzgün inanmadığını görecek kadar.

  Güven diye bir duygu vardı bir zamanlar, ne oldu o? Vefa ile aynı kader paylaştığını duydum en son, isimden öteye gidemiyorlarmış. Tabi, o güzel insanlarla birlikte gidince güzel duygular, isimleri kaldı bir tek elimizde.  Oysa daha bir saat önce sahiptim ben onlara.  Güle güle gittiler, içlerinde milyonlarca kelime taşıyarak.  En çok ihtiyacım olan, ‘sevmek’ kelimesini çekip almak istedim içlerinden. Çünkü ne olursa olsun sevmek yanında kalmalı insanın. Çünkü sevmek kalırsa, umut da kalır. Baktım en önde o gidiyor, muhtemelen diğerlerini galeyana getiren de kendisi. Aşk olsun sana diyerek bıraktım kendimi bankın üzerine, bomboş kaldım ama hiç bu kadar ağarlaşmamıştım.

Çağla Özkan

Hayatımın Antlaşması

Gel hayat, otur yanıma. Karşımızda deniz, dalgalarını vururken kıyımıza çözelim husumetimizi. Aramızdaki şiddetli geçimsizliğe rağmen yine de vazgeçemiyoruz birbirimizden, farkında mısın? Didişmeyelim o halde daha fazla. Aslına bakarsan seninle kavga edecek gücüm de kalmadı. Üçüncü vagonda, yeşil sırt çantasına anıları koyup, bana buruk bir gülümseyiş bırakarak gitti gücüm.  İçimde kocaman bir çukur açılmış ve tüm söyleyeceğim kelimeler birer birer oradan aşağıya yuvarlanıyor sanki. Koşuyorum peşlerinden ama yakalayamıyorum. Tam yakaladım dediğim anda kayıp gidiyorlar avuçlarımdan. Düşüş seslerini duyuyorum. O çukurun dibinde yaralı kelimelerim var ve gözyaşlarım düşüyor üzerlerine. Çırpınıyorlar orada.

İki cümle ile başlayan bir hayalin tek kelime ile yıkılmasının kırıklığı var kalbimde. 

 Seni suçladım. İçten içe failin ben olduğumu bilsem de suçu sana atmak kolayıma geldi her zaman ama sen de bir güneş açtıysan yüzlerce yağmur yağdırdın üzerime. Seline karşı koymak kolay değil. Seninle kavga ederek kazanamıyorum madem, anlaşmayı seçiyorum. Seni hissetmeyi, senin yanında durmayı, seçiyorum. Bak ben bir adım attım sana sen de gel. Bence tanıdıkça daha çok seveceğiz birbirimizi. Bahçemdeki çiçekler solmasın daha fazla. Boş kalan masamın başına oturtuyorum seni. Diğer sandalyelerimde dolsun sırayla. Kurtaralım kelimelerimi, yaralarını sarıp bir cümle haline getireyim. Uzanır belki o cümle üçüncü vagona. Bak şimdiden umutlu bir cümle kurdum bile. Gel hayat, dalgalar çekilirken kıyımızdan, en baştan başlayalım seninle.  

Çağla Özkan